Büyümenin Yeni Vurgusu: Kapsayıcılık
Son dönemlerde hem siyasi arenada hem de akademik çevrelerde oldukça yoğun şekilde dile getirilen ve tartışılan kavramlardan biri kapsayıcılık. “Kapsayıcı ekonomik büyüme”, 2000’li yılların başında ortaya çıkan, henüz genç bir kavram. Çok sayıda kişi, kurum ve kuruluş tarafından farklı perspektiflerle dile getiriliyor olması kavramın etrafına bir sis perdesi örterken, konuyla ilgili mesafe alınmasını da güç hale getirebiliyor. Bu açıdan öncelikle kapsayıcı büyümenin tanımını doğru şekilde yapmak önem taşıyor. Kapsayıcılık kısaca; çeşitli hizmet, fırsat veya piyasalara eşit şekilde ulaşamayanların ve imkânlardan yoksun kalanların önceliklendirilmesi olarak tanımlanabilir. Bu bahsettiğimiz imkânlar işgücü ve kredi piyasalarına erişimden, elektrik, su, eğitim gibi temel hizmetlere ulaşıma kadar farklılık gösterebiliyor. Söz konusu durum, toplumun kimi kesimlerinin potansiyellerini kullanmalarına engel olurken, ekonomik büyümeye katkı verme ve büyümeden faydalanma imkânlarının önüne geçebiliyor.

Kapsayıcı büyüme kavramı, 2000’li yılların başında Dünya Bankası gibi kurumların gelişmekte olan ülkelerde ekonomik büyümenin her zaman eşitsizliğin azalması ve yaşam standartlarının yükselmesi ile ilişkilendirilemeyeceğini fark etmesiyle ortaya çıktı. Küresel finansal kriz sonrası, kapsayıcılık tartışmaları gelişmiş ülkelere de taşındı. Bunda yoksulluk, işsizlik ve eşitsizliğin yarattığı sosyal sorunların yanı sıra alt gelir gruplarının ekonomiye katılmasının küresel ölçekte yaşanan yetersiz talep sorununun aşılmasında fayda sağlayacağı düşüncesi de rol oynadı. Bugün kavram, Dünya Bankası, OECD, Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kuruluşların gündeminde olduğu kadar, ulusal otoritelerin devlet politikalarında da önemli konuma geldi. Zira 2015 yılında Türkiye Dönem Başkanlığı’nda gerçekleşen G20’nin üç öncelikli konusundan biri kapsayıcılıktı.

Kapsayıcılık ve Türkiye
Türkiye’nin diğer birçok ülke gibi kapsayıcı ekonomik büyüme konusunda atabileceği önemli adımlar var. Ülkemiz özelinde ön plana çıkabilecek konulardan biri hiç kuşkusuz kadın istihdamı. Türkiye’de 2016 yılı itibarıyla yüzde 36,2 olan kadınların işgücüne katılma oranı, OECD ülkeleri arasında kayda değer bir farkla son sırada. OECD ortalamasında kadın-erkek işgücü katılımı arasındaki fark kadınlar aleyhine yüzde 16 iken, Türkiye için bu fark yüzde 42 seviyesinde. Söz konusu rakamlar, kadınların işgücü piyasalarına erişimde yaşadığı sıkıntıyı ortaya koyarken, konunun çözümünde kamu ve özel sektörün aktif biçimde rol oynamasının gerekliliğine işaret ediyor.

Kapsayıcı büyüme bağlamında Türkiye’de dikkate değer alanlardan bir diğeri ise bölgesel eşitsizlikler. Bugün Türkiye’de bazı coğrafi bölgeler arasında, kişi başına düşen gelir ve işsizlik oranlarında görülen farklılıklar 3 kata kadar ulaşabiliyor. Bu açıdan ülkenin çeşitli bölgelerinde istihdam olanaklarını artırmak, teknoloji üretimini yoğunlaştırmak ve bu teknolojilerin sektörel ve coğrafi yayılımını sağlamak, ülke genelinde büyümenin daha sürdürülebilir bir nitelik kazanmasını sağlayabilir.
Bu örnekler, ekonomik faaliyete katkı sağlamak için ihtiyaç duydukları beceri ve fırsattan yoksun kalmış kesimlerin varlığı kadar, bu kesimler için fırsat eşitliğini sağlama yönünde atılabilecek pek çok adım olduğunu da gösteriyor. Bu kesimleri kapsayacak politikalar oluşturulması, büyümenin sadece niceliksel değil, niteliksel yönüne de katkı sunabilir. Finans sektörü de hem kaynak sağlanması hem de finansal olmayan hizmetler sunulmasıyla büyümenin kapsayıcı nitelik kazanmasında önemli bir fark yaratabilir.
TSKB Ekonomik Araştırmalar tarafından hazırlanan bu yazı Dünya Gazetesi Sürdürülebilir Vizyon köşesinde yayınlanmıştır.
Bunlar da İlginizi Çekebilir